Gökyüzünün
yıldızlarla kucaklaştığı bir gece değildi. Birbirini deliler gibi seven iki
insanın adımları dar sokağın içinde yankılanıyordu. Yaşadıkları sahil
kasabasındaki herkes onların aşkını konuşuyordu. İkiside bu kasabada doğmamıştı
hatta bu ülkede bile doğmamışlardı. Aşklarının hayata ekleneceği bu kasabaya
bir gün ara ile gelmişlerdi. Yaşadıkları yorgunluklardan, yalnızlığa mahkum
kalışlarından yola çıkarak hiç bilmedikleri ülkenin, hiç görmedikleri sahil
kasabasına, sadece sırt çantaları ile geldiler ve kaldılar.
Dar
sokaklarının denize açıldığı, evlerini çiçeklerin sarmaladığı, insanlarının
küçük dünyalarında mutluluğu paylaştığı, ihtiyacından fazlasına kimsenin
dokunmadığı, bütün kapıların gönüllere açık olduğu bu kasabayı gördükten sonra
başka yerde yaşamanın anlamı olmadığına inanarak burada kaldılar. Sevgi ile
doğmuş insanlar ikisinede yüreklerini açtılar. Bogdan ile Maria Eleni,
kıpkırmızı gün batımının tam karşısındaki ahşap iskelede karşılaştılar.
Birbirlerini gördükleri anda ikiside oldukları yere oturdular. Dakikalarca hiç
konuşmadan birbirlerine baktılar. Hiç görmedikleri ama hayatları boyunca hayal
ettikleri insanla göz göze, yürek yüreğe gelmenin imkansızlığında ne
söyleyeceklerini bilemediler. Hayat o anda başladı. Bütün bildikleri
sıfırlandı. Artık her şeyi birbirlerinden öğrenecekler. Sevmeyi, dokunmayı,
anlamayı, paylaşmayı, gülmeyi, ağlamayı, düşünmeyi, özlemeyi ve aşkı.
Önce
Bogdan konuşabildi ama sadece “sen” diyebildi ve kaldı. Sonra Maria Eleni ayağa
kalktı ve Bogdan’a doğru yürümeye başladı. Bütün hayatı boyunca sakladığı
adımları atmanın heyecanı ile yürüdü. Bogdan da ayağa kalktı ve sımsıkı
kucaklaştılar. Hatırlamadıkları kadar öylece kaldılar. Kelimeleri yine
mühürlüydü ama birbiri için deliler gibi atan yürekleri iskelede
yankılanıyordu. Sahilde ağlarını onaran yaşlı amca imkansız tebessümü ile
onları izliyordu. Birbirleri için dünyaya geldiklerini hemen anladı. Yıllar
önce kaybettiği sevgili eşi aklına geldi ve gözyaşları ağları utandırdı.
Yürek
yüreğe iskeleden ayrılırlarken yaşlı amcaya el salladılar. Sahilde yürürlerken
kelimeleri geri döndü. Birbirlerine ilk cümlelerini armağan ettiler. Güneş
battı, dolunay yerini aldı, yıldızları aşk heyecanı sardı ama Maria Eleni ve
Bogdan hala yürüyorlardı. Tekrar iskeleye geri döndüler. Hayatlarının başladığı
yerde ilk gecelerini geçirmeye karar verdiler. Yaşlı iskele ikisinide bağrına
bastı. Dolunay ve yıldızlarla üzerlerini örttü. Dalga sesleriyle heyecanlarını
dinlendirdi. Aşka olan saygısından bütün Urla sessizliğe büründü ve sadece
Maria Eleni ile Bogdan’ın yüreklerinin sesi duyuldu. İlk güneşleri üzerlerine
doğduğunda yaşlı amca çoktan balıktan dönmüştü. Aşıkları kulübesine davet etti.
İlk kahvaltılarını aşkı en derininde yaşamış olan Ahmet kaptanla yapmanın
mutluluğunu yaşadılar. Bana yaşadığım imkansız günlerimi bir daha yaşattınız
çocuklarım dedi Ahmet kaptan. Bütün hayatı boyunca tek sevdiği olan yürekdaşını
anlattı. Üçü de göz yaşlarına sahip çıkamadılar ve toprağa doğru damlalarını
bıraktılar. Sahile aşk kokusu yayıldı. Kaptanla kucaklaştılar ve ilk günlerine
doğru yürüdüler.
Yolda
karşılaştıkları herkesin yüzünde kaptanın imkansız tebessümünü gördüler. Yorgo
Seferis’in doğduğu eve yerleştiler, üç kırmızı güvercini gördüler. İskelede
Tanju Baba ile karşılaştılar ve Kadınım’ın tenine konuk oldular. Rakılar
balıkları kovaladı, harfler aşk sözcüklerine dönüştü. Piri Reis’den alkışlar
yükseldi. Dolunaya doğru seyrettiler. Tanju Baba’nın sesi yıldızları parlattı.
Maria Eleni ve Bogdan’ın yürekleri Karantina’yı gülümsetti.
Her
geçen gün yeniden doğdular, yeniden aşık oldular. Aşkları Urla sınırlarını aştı
İzmir’e ulaştı. Kordon da dolaştılar. Yine kıpkırmızı güneşi batırdılar. Denize
açılan dar sokaklara adımlarını bıraktılar. Sabahın altısında sıcacık boyoz
yemenin mükemmelliğini yaşadılar. Kemeraltı’nın renklerini elele gezdiler.
Agora’nın anlamlı mermerlerine dokundular. Havra sokağında geçmişi buldular.
Kızlarağası’nda bildikleri geleceklerini kahvenin içinde gördüler. İzmir de
onları aynı Urla gibi yüreğinde ağırladı.
Pasaport’dan vapura bindiler ve Karşıyaka’nın gerdanında soluklandılar.
Bana
hayatımı verdin... Sen bana verdin... Sanki aynı hastanede aynı günde aynı anda
dünyaya geldik... Canımsın... Kırçiçekleri kokan teninde büyüdüm... Ben de
hayatı tarif eden gözlerinde büyüdüm... Harflerim seni görmeden biraraya
gelemiyor, gözlerim yanımda sen olmadan dünyaya bakamıyor, sensizlik bensizlik,
hiç... Sus hayatım bizsizlikten bahsetme, her anımızın tadını doyasıya
yaşayalım, birbirimize armağan olan dokunuşlarımızda büyüyelim, Ahmet kaptan
gibi olmayalım, öleceksek birlikte ölelim...
İki
yürekle yol alan filika gibi denizin sevdasında dolaştılar. Uyurken bile
birbirlerinin seyrine daldılar. Sevdiğini uyandırmadan sessizce güne kalkıp
kahvaltı sofraları hazırladılar. Öpücükle uyandırılan, niye beni de
uyandırmadın hayatım birlikte hazırlardık dedikten sonra kucaklaştılar. Sen h
ben o, iki biz dediler hayatın aşk suyu oldular. Her geçen gün yaşları gibi
aşklarıda büyüdü. Her gün yeniden birbirlerini keşfettiler. Tenlerine kıvrılıp
hayatı anlamlandırdılar. Onları gören aşkı gördü. Herkes Bogdan’nını, Maria
Eleni’sini aradı. Aşkla tanışmamışlara umut oldular. Sevda sözcüklerine değer
kattılar. Yaşadılar, yürekleri içiçe hayatı güzelleştirdiler. Her gece aynı
anda yattılar, birbirlerine sarıldılar, rüyalarında bile buluştular. Hayatın
içindeki konuşmaları yetmedi, birbirlerine mektuplar yazdılar, pulu sevencikle
yapıştırıp posta kutusuna attılar. Mecburi ayrılıkları bir gün bile olsa bir
ömür gibi geldi. Sevdiği yanında olmayınca tedavülden kalktılar ancak
sarıldıklarında hayata geri döndüler.
İmkansız
aşkları sadece yaşayanların dikkatini çekmedi. Doğduğu yere geri dönen ve
yaşadıklarını anlatmak isteyen yaşlı hayaletlerle karşılaştılar. İzmir’ın
geçmişini dinlediler. Bütün dinlerin aynı sokak da yaşadığı günleri hayaletin
gözünden gördüler.
Bir
gece ansızın Saat Kulesi’nin hayaleti geldi ve kendini anlattı aşıklara...
“1901
yılında hayata eklendim. Sultan Abdülhamid’in tahta çıkışının 25. yıldönümünü
kutlarken verdiği emir sayesinde, Sadrazam Küçük Sait Paşa tarafından
yaptırıldım. Boyum 25 metredir. Terasımda olan ve yükseldikçe incelen sivri
kemerlerim ile kubbeciklerim, mukarnas işçiliği ve geometrik figürlerle
donatılmıştır. Güzelliğime güzellik katan taş işçiliğim, adeta bir dantel gibi
işlenmiştir. Dört köşemde bulunan çeşmelerim sayesinde değerli insanlarım
yıllarca susuzluğunu gidermiştir.
Saatimi
ise, Alman İmparatoru II. Wilhelm hediye etmiştir. Ne yazık ki hepsini
hatırlamadığım ve yazıtım olmadığı için ikinize daha detaylı bilgi veremiyorum.
Bugün ise İzmir’in en çok bilinen sembollerinden biriyim. İnsanlar, benim
yanımda
buluşmayı çok seviyor. Etrafımda her zaman kuşlar dolaşıyor…”
Ne zaman
geldiğini ne zaman gittiğini hatırlamasalar bile, Saat Kulesi’nin anlamı artık
Bogdan ve Maria Eleni için değişmişti. Her yanına geldiklerinde elleriyle
suyunu içtiler, kuşlara hikayeyi anlattılar.
Birlikte nefes
almalarının inanılmaz mutluluğu ile günlerini anlamlandırırlarken, birbirlerine
armağan ettikleri dolunaylı bir gecede Asansör’ün hayaleti ile keyifli zamanlar
geçirdiler ve hikayesini dinlediler…
“ Benim
daha dünyaya gelmediğim günlerde, Mithatpaşa’dan Halil Rıfatpaşa caddesine
çıkmak için insanlar 155 basamaklı merdiveni kullanmak zorunda kalıyorlardı.
1907 yılında, Musevi işadamı Nesim Levi sayesinde ben yapıldıktan sonra,
insanları yürüyerek çıkmaktan kurtardım ve iki semti birleştirmiş oldum.
O zamanlar
kulemde iki asansör vardı ve sol tarafımdaki buharla, sağ tarafımdaki elektrik
ile çalışıyordu. Bugün de iki asansörüm var ama 1985 yılında Belediyenin
gerçekleştirdiği restorasyon sonucunda iki asansörümde elektrikle çalışmaya
başladı.1994 yılında yapılan ikinci restorasyonla birlikte sokağımında çevre
düzenlemesi yapıldı. Ikinize birazda sokağımdan söz etmek istiyorum. Sokağımın
iki yanını süsleyen Sakız Evleri sayesinde güzelliğime güzellikler eklenir.
Ayrıca, dünyaca ünlü ses sanatçısı Dario Moreno sokağımda yaşadığı için onun
adını almıştır…”
Asansör’ün
hayaletinin sıcaklığını hiç bir zaman unutmadılar. İnsanlara yaşattığı anlamlar
için mutlu oldular. Artık her iki tarafta da aşkları biliniyordu. Ziyaretcileri
her geçen an çoğalıyordu. İzmir’e kendini ekleyenlerini dinlediklerinde
kendileride güzelleşiyordu.
Bir akşam yine
kıpkırmızı gün batımını yaşlı iskeleden tentene uğurlarken Agora’nın hayaleti
geldi. heyecanla anlatmaya başladı…
“ Roma
İmparatorluğu döneminde önem kazanan ve ticaret kenti olma özelliği gelişen bir
yerde zamana eklendim. O günlerdeki değerlerimin, görkemimin, anlamımın,
mimarimin bütününü bugünlere ulaştıramadığım için çok üzgünüm. Roma
İmparatorluğu, benimle birlikte kentimize çok fazla değerli eser armağan etti.
Cadde ve sokakları taş döşemelerle bezenen kentimiz Roma mimarisinin en güzel
örneklerini yansıtıyordu. Mutsuzlukla söylüyorum ki, bu nadide eserlerin büyük
çoğunluğu bugünlere kadar hayatta kalamadı.
Benim de
yaşamış olduğum zararlara, düşüncesizliklere, bakımsızlıklara rağmen direnç
göstererek büyük bir bölümümü bugünlere ulaştırabildim.
Antik
dönemlerde, devlet agorası görünümümün içinde, politik toplantılar ile
alışverişlerin yapıldığı bir merkezdim. M.S. 178 yılında yaşadığım depremle
yerle bir olduktan sonra İmparator Marcus Aurelius sayesinde yeniden doğdum.
Dikdörtgen
formumun ortasındaki geniş avlumun
etrafındaki sütun ve kemerlerimin büyük bir bölümü, 1932-1941 yılları
arasında yapılan ilk dönem kazıları sayesinde ortaya çıkarıldı. Üç katımın
önünde bulunan merdivenlerim ile birleşik bir yapı olduğum söylenebilir. Bu
özelliklerim sayesinde, bugüne kadar bilinen en büyük Agora olduğum ortaya
çıkarılmıştır.
Bugün,
benimle ilgilenen insanların çalışmaları sonucunda sizlere sunacağım değerlerin
gün ışığına çıkmasını bekliyorum…”
Agora’nın
hayaleti gittikten sonra üzgün üzgün birbirlerine baktılar.
Artık
her akşam bir hayalet gelmesine alışmışlardı. Aşkları için seçildiklerini
bildiklerinden daha da heyecanla bekliyorlardı. Her zaman dolaşmaktan çok keyif
aldıkları Kemeraltı hayaleti gelince en renkli gecelerini yaşadılar ve
heyecanla dinlediler...
“Bana
anlattıklarına göre, çok eski günlerde, İpek Yolu’nun batı ucundaki ticaret
merkezi olan İzmir limanı, Hisar Camii nin bulunduğu bölgeye kadar ulaşırmış.
Limanın ağzında bulunan İzmir Kalesini, 12 yy. da Bizanslılar kurmuş. Bu kale
tarafından korunan limanın sağ tarafında Frenk tüccarların dükkanları varmış.
Limanın iç bölümünde bulunan Kervansaraylar misafirlerini ağırlarmış. İpek
Yolu’nu kullanan deve kervanlarının getirdiği mallar burada boşaltılarak,
Cenevizli tüccarlar tarafından gemilere yüklenerek limandan ayrılıp ihraç
edildiği yerlere doğru yolculuğa çıkarmış. Ben de burada İzmir’in güzelliğine
eklenmişim.
Varoluşumu
gerçekleştiren ilginç olaylarıda ikinizle paylaşmak istiyorum. Eskiden iç liman
olarak kullanılan bulunduğum bölgeyi ele geçirmek için bir çok saldırı
düzenlenmiş. Osmanlılar, Yıldırım Beyazıt zamanında bir çok kez ele geçirmek
istemişler ama başarılı olamamışlar. 1402 yılında,
Timurlenk
ve askerleri , Kadifekale sırtlarından sürükleyerek getirdikleri taşlarla
limanı doldurarak kaleyi savunmasız bırakarak ele geçirmişler. Ben de tam bu
bölgede doğup büyümeye başlamışım.
Geçen
zaman içinde gelişen yerleşim alanıma, hanlar, hamamlar, camiler, kiliseler,
havralar, şadırvanlar yapıldı ve bir ticaret bölgesi olmaya başladım. Bütün
yaşadıklarımı hatırlamasam bile kaynakların anlattıklarına göre, ana caddemi
boydan boya aralıklarla süsleyen ve arasta denilen kemerlerimin sayesinde
çarşım,
Kemeraltı
Çarşısı adını aldı.
Bugünde,
çarşım ile birlikte eskiden olduğu gibi en önemli alışveriş merkezlerinden
birisiyim. Gizemli tonoz ve kubbeli dükkanlarımın sayısının azalmasına rağmen
onların yerlerini alan modern iş merkezleri, mağazalar, sinemalar, restoranlar,
alışveriş merkezleri ile birlikte gizli yaşamıma devam ediyorum.
Her
saatimin hareketli geçmesini, sokaklarımda heyecanla dolaşan değerli
insanlarımı, alışveriş yapanların mutluluklarını, günün keyfini bir sade kahve
ile çıkaranları izlemeyi seviyorum. Ayrıca, Geleneksel Türk el sanatlarından
seramik, çini panolar, ahşap ürünler, tombaklar, halı ve kilimler, deri
ürünlerinin her çeşidini birarada sunmaktan keyif alıyorum…”
Kemeraltı’nın
hayaleti gittikten sonra sevmek bu kadar kolay olmamalı dediler. İnsan kuru
kuru sevmemeli sevdiğini, her santimini öğrenmeli, yaşadıklarına dokunmalı,
bütününü görmeli, bütününü sevmeli dediler.
Ve
nihayet o geldi. Tatlı imbatın tenlerini okşadığı, aşklarının daha da
güzelleştiği Kordon’un hayaleti geldi. Sabırla dinlediler, her satırında
bambaşka anlamlar buldular...
“Dünya
güzeli bir kadının, narin omuzunun kıvrımları arasında duran, bir kere
görülünce akıllara ve yüreklere ömür boyu hatırasını bırakan, kıpkırmızı gün
batımının karşısında bütün ihtişamı ile keyifle oturan bir halim olduğu
söylenir. Hayatın anlamına eklenişim her ne kadar ihtiyaç nedeniyle olsada, ben
de kendimi inanılmaz bulurum. Kendimi beğenmişlikten değil, hakkımda
hissedilenleri bildiğimden…
Hikayeme
gelince,
1860’lı
yıllara kavuşuncaya kadar, İzmir’in yeterli bir limanı yoktu. Bu durum, hem
gemilerin yükleme ve boşaltma işlemlerini zorlaştırıyordu hem de kaçakçılık
yapılmasına olanak sağlıyordu. 1860’lı yılların ortalarında demiryolu
hatlarının işletmeye açılmasıyla birlikte gelen malların artmasıyla büyük
tonajlı gemilerin yanaşabileceği bir rıhtım ihtiyacını ortaya çıkardı. 1867
yılında, İngiliz tüccarları,
J.
Charnaud, A. Baker ve G. Guerracino, kuracakları kumpanya için rıhtım
inşaatının imtiyazını aldılar. 1869 yılında başlayan inşaatın büyük bir bölümü
1876 yılında tamamlanarak hizmete açıldı. Böylece ilk tohumlarım atılmış oldu.
Daha sonra
İngilizlerin Alsancak Garı’nı yapmasıyla birlikte Gümrükten Alsancak’a uzanan
bir rıhtım yapılarak tramvay hattım döşendi. Bütün bu gelişmeler sayesinde İngilizler
ile ticaret ilişkilerimiz ilerledi. Döşenen tramvay hatlarında, gündüzleri
yolcuları taşırken geceleride tren katarlarıyla, Alsancak Garı’ndan gelen
yükleri İzmir limanına ulaştırıyordum…
Tarihin
anlamlı günlerinden zamanımıza ulaşarak, İzmir’in gözalıcı kolyesi oldum.
Bugün, benim için şarkılar besteleniyor, önemli iş anlaşmaları ile kutlamaları
benimle paylaşılıyor, çimenlerimin üzerinde geleceğe mektuplar yazılıyor,
gündüzleri iş için koşuşturanlar akşam olunca yorgunluğunu bana bırakıyor, restoranlar,
cafeler, eğlence yerleri misafirlerini benimle birlikte ağırlıyor. Hayat,
benimle devam ediyor…”
Bütün
anlattıklarına gönülden katılıyorum dedi Bogdan ve Maria Eleni de onu öperek
onayladı. Aşkları dünyaları aştığı halde onlar yine günün ilk ışıklarıyla
birlikte sevmeye yeniden başladılar ve her gelen günle birlikte yepyeni
güzelliklerini keşfettiler. Her dolunayın karşısında elele oturtular. Hayatın
anlamını hep gözlerinde gördüler. Kışın dondurucu soğunda bile güzelim
çiçeklerini açtılar, yaşattılar. Ve ziyaretine gelen hayaletleri bile
duygulandırdılar. Günlerin herhangi birinin gecesinde en sevdikleri sokağın
hayaleti geldi...
“Adım,
Havra Sokağı. 15. yy.dan beri Yahudi mahallesi olarak biliniyorum ve
Yahudilerin İzmir’deki ilk yerleşim alanında bulunuyorum.1492-94 yılları
arasında, İspanya ve Portekiz’den sürülen Yahudilere Osmanlı İmparatorluğu’nun
kucak açmasıyla birlikte Yahudilerin bir bölümü İzmir’e yerleştiler. 19. yy.da,
İzmir’in nüfusunun neredeyse
%25 ini
Yahudi vatandaşlarımız oluşturuyordu. Benimle ve etrafımdaki bölgemde yıllarca
yaşamaya devam ettiler.
Hayim
Palachi, 1784 de İzmir’de doğdu ve burada hahambaşılık yaptı. Sadece bununla
yetinmedi ve Yahudilik üzerine 26 tane felsefi eseri kaleme aldı. Oğlu Avram
Palachi, Hibruca ve Yahudi İspanyolcası dillerinde toplam 17 eser yazdı. Her
ikiside dünyadaki Yahudi Cemaati için çok değerli filozoflardı. Palachi, bugün
Bet İlel diye adlandıran İzmir’deki evinde yaşadıktan sonra Gürçeşme’deki
mezarına defnedildi. Ayrıca, Osmanlı döneminde büyük kitleleri etkisi altına
alan Sabetay Sevi de benimle birlikte yaşamıştır.
Sokağımda
ve etrafımdaki 500 metrelik bir alanın içinde,
Shalom,
Etz Hayim, Algaze, Kadesh, Hevra, Signora, Bikur Halim, Portugal, Bet ilel ve
Cemaat Evi bulunmaktadır. Fakat ne yazık ki Havraların çoğu kaderlerine terk
edilmiş olarak kendiliğinden yok olacakları zamanı beklemektedir. Ama, hayata
eklenmeye çalışılan restorasyon projelerini duyunca umutlanmaya başlıyorum.
Geçmişte
yaşanan bir olayı ikinizle paylaşmak istiyorum.
1841
yılındaki büyük İzmir yangınında tüm semtim alevler içinde kalmasına rağmen
Shalom Sinogog’unun kapısında yangının söndüğünü hatırlıyorum.
Bir de
gurur duyduğum bir konu var. World Monument Found tarafından, sokağımda bulunan
tevası ortada olan Sinagoglar
“ Dünya
Mirası” olarak kabul edildi…”
Bir sokağa bu
kadar anlam sığar mı dedi Maria Eleni ve Bogdan onu öperek onayladı. Hayatın
her anı, her sokağı değerli. Yaşanılan ne varsa hepsi değerli Bogdancığım…
Elbette hayatım. Her gün düşünmeden attığımız adımlardan önce kimbilir ne
anlamlar aynı noktaya adımını atmıştır. Bundan sonra her şeyin bütününü görelim
hayatım. Tıpkı birbirimize baktığımız gibi hayata bakalım… Canım sevdiğim
benim… İyi ki buraya gelmişiz, tam bir aşk şehiri di mi canım… Zaten kendisi aşkın tarifi gibi
hayatım. Dinlediğimiz hikayelere baksana, ayrıca beni buraya getiren yüreğime
de her gün olduğu gibi bugün de teşekkür ediyorum. Çünkü bana hem seni hem de
İzmir’i armağan etti… Seni seviyorum…
Hiç
bilmedikleri, hiç görmedikleri bir yere onları yürekleri getirdi. Geldikleri
yeni yaşam alanlarında aşk ile yeniden doğdular. Hem birbirlerinin hem de yeni
yaşam yerlerinin mutluluğunu doyasıya yaşadılar. Aşkın tarifine kendi
güzelliklerini eklediler. Aşkın, ülkesinin, milliyetinin, mezhebinin olmadığını hayata kanıtladılar. Iki
yüreğin birbirlerine dokunduktan sonra uzaklıkların yakınlaştığını,
farklılıkların benzerliğini bilmeyenlere anlatabileceğini yaşattılar.
Bana
hayatımı verdin... Sen bana verdin... Sanki aynı hastanede aynı günde aynı anda
dünyaya geldik... Canımsın... Kırçiçekleri kokan teninde büyüdüm... Ben de
hayatı tarif eden gözlerinde büyüdüm... Harflerim seni görmeden biraraya
gelemiyor, gözlerim yanımda sen olmadan dünyaya bakamıyor, sensizlik bensizlik,
hiç... Sus hayatım bizsizlikten bahsetme, her anımızın tadını doyasıya
yaşayalım, birbirimize armağan olan dokunuşlarımızda büyüyelim, Ahmet kaptan
gibi olmayalım, öleceksek birlikte ölelim...
Ve,
hayat
onlara kıyamadı. En sevdileri yerlerinde, yetmiş yılı birbirlerine armağan
ettikleri hayatta, birbirlerine sarılıp uyuduklarında bu hayattan aynı anda,
aşkları yüreklerinde ayrıldılar. Yaşlı iskele, yaşlı kaptan, sahil kasabası,
şehir hepsi hepsi onları anlattı.
Aşkın
tarifinde isimleri geçti...
Bir çocuk doğsun, adı aşk
olsun, dünyaya barış konsun,
insanlar sevdikleriyle sınırsız
mutluluklarını paylaşsın.
Hayat, sevince güzel.
11.05.2012